26 Mart 2002
Afganistan’da konuşlu Uluslararası Güvenlik Destek Gücü (ISAF) Komutanlığı’nın Türk askerlerince devralınmasında ciddi sorunlar var. Türkiye’nin Amerika tarafından ikna edildiği haberleri doğru çıkmadı. Afganistan konusunu dün görüşlerine çok değer verdiğim milletvekili Mehmet Ali İrtemçelik ile konuştum. Başarılı bir diplomat iken milletvekili seçilen İrtemçelik, parlamentonun önemli beyinlerinden. Dedi ki:
“Türkiye, uluslararası terörizme karşı net ve aktif bir tutum içinde olmalıdır. Ancak, bu yapılırken ölçü kaçırılmamalı; çıkarlarımızın gerektirdiğinin ilerisinde, güç ve olanaklarımızın ötesinde ve üstelik belirsizliklerle yüklü rol ve sorumluluklar üstlenilmemelidir.”
Meclis devrede olsun
Gerçekçilik ve dikkat. İrtemçelik’in vurguladığı bu iki kelime aslında bizi geleceğe taşıyacak kararların anahtarı. Kimsenin üstlenmek istemediği bir işi Türk askeri yapsın diyorlar. Ama bir yandan da isteklerimizi göz ardı ediyorlar. Bu noktada İrtemçelik hükümetin dikkatini çekiyor ve çok önemli bir öneride bulunuyor: “Afganistan’daki durum özelliklerine ve içerdiği risklere bağlı olarak, hükümetin ağır vebal altında kalmasına neden olabilir. Bu itibarla, Ecevit hükümeti, eğer genellikle beklendiği gibi “evet” kararını vermeye yönelecek olursa, yasal bir gereklilik bulunmamakla birlikte, bu kararına resmiyet kazandırmadan önce ulusal iradenin tecelligahı olan TBMM’nin rızasını arama basiretini göstermelidir. Bu, halkımızca, bir zaaf işareti gibi değil, sağduyu ile atılmış bir adım olarak algılanacaktır. Hepimiz bu büyük ve çilekeş milletin bugün var, yarın yok fertleriyiz. Her birimizin konumlarımıza bağlı olarak taşıdığımız sorumluluklar vardır. Unutulmamalıdır ki, atılacak yanlış adımlar bu sorumluluklarımızdan bazılarının yakamızı ebediyen bırakmamasına neden olabilir.”
Susurluk yalan rüzgârı
Susurluk gerçeğinin ardından bakıyorum da yalanlar rüzgar oldu. İçlerinde yalan rüzgarlarını öyle güçlü üfürenler var ki, neredeyse fırtına estiriyorlar diyebilirim. Kolay gelsin. Şimdi esecek, yarın başka şeyler yapacaklar. Bunu da açık açık söylüyorlar zaten. Dillerinde bir “kesin hesaplaşma” lafı var, bir de “altın zaman ve zamanını kollama”. Ne olacaksa?..
Türkiye’de akla kara zaman içinde yer değiştiriyor. Tıpkı Ömer Lütfü Topal’ın kumarhanecilik durumu gibi. Topal aslen uyuşturucu kaçakçısı bir adam.
Kumar ve uyuşturucu
Kumarhanecilik yanı uyuşturucuyu kolaylaştıran, insanları cambaza bak, mantığıyla olaylardan uzaklaştıran kısmı. Susurluk’un kahramanlarından Sami Hoştan da öyle. Gerek Topal, gerekse Hoştan bu nedenle hem işbirliği içinde ortak, hem rekabet ortamında düşmanlar birbirlerine. Ömer Lütfü Topal cinayeti zanlısıdır Hoştan. Cumhuriyet’e verdiği demeçte, delil yetersizliğinden beraat etmesini aklanmak olarak yorumlamış. Topal’ı da ailesinin öldürttüğünü ima ediyor. İlginç değil mi?
Abdullah Çatlı’yı 35 yıldır tanıdığını söylemiş. Oysa benim iddiam o ki tanısa tanısa 1985 yılından sonra tanır. İsviçre’de Çatlı kaçtıktan sonra tanışmış olsa gerekir. Yoksa Hollanda ve İspanya’da bilmediğimiz ortaklıklar mı var? Hoştan’ın hesabıyla olaya bakacak olursak Çatlı ile o çocukluk arkadaşı. Bence bir sakıncası yok, ama kronoloji ve ilişkiler farklılaşıyor o zaman.
Hoştan burada Çatlı’yı kullanarak, yeniden yapılanan ülkücü kesimde yer açmak istiyor kendisine. Bütün konuşmaları topluyorum. Çetesini, mafyasını, memurunu, politikacısını okuyorum, okuyorum, okuyorum… Kendimi yalan rüzgarı dizisini izler gibi hissediyorum.