07 Mart 2002
Amerikan Büyükelçisi Robert Pearson’un Türkiye’yi hakir gören, aşağılayan üstelik de gerçek olmayan sözlerini okuyunca, Ömer Seyfettin’in bedel ödeme ve insanlık üzerine yazılmış o enfes öyküsü “Diyet”, aklıma geldi.
Kılıç ustası işlemediği bir suçtan cezalandırılır. Şeriat ya o çelik döven sağ elini bilekten kesecektir ya da elinin diyeti olarak verdiği paralar karşılığında bir ağaya uşaklık edecektir. Usta, ağanın çözümünü etrafın da bastırmasıyla kabul eder. Ağanın tuvaletini temizlemekten kıçını silmeye kadar her aşağılık işi yapar. Ama ağaya bunların hiçbiri yetmez. O kılıç ustasının gururunu, onurunu, içindeki mağrur adamın ruhunu istemektedir. Kılıç ustası bir gün ağanın ayağının sağ eli üzerindeki baskısıyla uyanır. Bu el benim, diyetini ben ödedim diyen ağanın şaşkın bakışları arasında eline aldığı satırla sağ elini bilekten keser, ağanın kucağına atıp gider.
Amerika kazandı
Amerika kendi çıkarlarını gözetirken son dönemde giderek üslup ağırlaştırıyor. “ABD vatandaşları Türkiye’ye ekstra vergi ödüyorlar. IMF’nin 35 milyar dolarının 17’si bizim vergilerden, geri kalan da bizim bastırmamızla size verildi” diyor Pearson. Doğru. İyi de niye verdiniz? Kimse size biz Afganistan’da, Irak’ta sizin yerinize öleceğiz falan mı dedi? Onu açıklayın da bilelim. Verdiğiniz borç. Bugüne kadar alamadığınız tek kuruş var mı? Bunları kimse diyemediği için, siyaset ve hükümet içinde, Büyükelçi ağzına geldiği gibi konuşuyor. Neler demiyor ki?
“Türk dostlarıma şu soruyu yöneltiyorum (1991’de Saddam Hüseyin Kuveyt’ten çıkartılmasaydı, bunun Türkiye üzerindeki sonuçları ne olacaktı?): Saddam’a karşı hızlı bir eylem geliştirerek, sadece Türkiye’nin değil, bölgedeki ülkelerin milyarlarca dolarlık ekonomisini kurtarmış durumdayız. Türkiye’nin kaybı savaş sırasında meydana gelen bir durum değil, savaş sonrasında Bağdat’ın takındığı tutumdan sonra oluşan bir durumdur. Saddam Hüseyin’in BM kararlarını reddetmesi nedeniyle ortaya çıkan bir durum.”
Kavgada kazanan belli
Pearson’un bu konuşmada ileri sürdüğü argümanların hiçbiri doğru değil. Söylenenler, Türkiye’nin iyiliğine olmamıştır. Bu kavgayla Amerika’nın neyi elde ettiği, bundan sonra neleri elde etmeye çalıştığı ortada. Bu noktada Amerikalı yetkililer üsluplarını, ortaya koydukları fikirlerin dayanaklarını iyi seçemezlerse sınıfta kalırlar. Türkiye avuçlarının içine alıp sıktıkça sıktıkları eli kesip kucaklarına atabilir. Ekonomik olarak bu kadar köşeye sıkışan stratejik ülkeler, bunu sık sık yaparlar. Türkiye tarihi de bunlarla doludur. Casus uçakların uçamaması noktasındaki uygulamalar, İncirlik kararları, ordunun Amerika rahatsızlığı ve savunma giderlerine karşı gösterdiği tepki, Irak’taki Kürt oluşumuna verilen destek, PKK ve diğer terör örgütlerine Amerika’nın takındığı tutum, Türkiye için yeni arayışları gündeme getiriyor zaten.
Ekonomik olarak sıkışan Türkiye’den, Afganistan’da ve Irak’ta, tıpkı Kore’de ve sonrasında hep tekrarlandığı gibi can, kan ve gözyaşı isteyen ABD, Türkiye’yi anlayamazsa çok büyük şeyler kaybeder.
Spor basını üzerine
Değerli yazar Attila Gökçe, spor basınının olayları daha yakından ve içinden izlediğini, gözlediğini, bildiğini belirtmek amacıyla dile getirdiğim bir söze kırılmış. Bütün spor basınını suçladığım yorumunu getiriyor. Yanlış. Böyle bir şey olamaz ki zaten.
Belki de ben onların duyarlılıklarını zorlamış olabilirim. Kastım spor dünyamızın dürüst yazar, muhabir kitlesi değil. Kastım açıkça ifade ettiğim gibi, spor mafyasını görüp görmezden gelenler ile, kol kola gezenler.
Sayın Gökçe’nin dediği gibi, ben sorumluluklarımı bilirim. Ama dedektif değilim. İşlerimin arasında spor dünyasını izlemek yok. Ama işi olanlar bunu layıkıyla yaparsa, zaten bana hiç gerek kalmaz. En önemlisi de benim spor basınıyla, onların da benimle bir derdi yok. Spor basınının sorunu onların da içinde bulunduğu dünyada yaşanan mafya uygulamaları olmalı. Benimle tartışmak veya benim onlarla tartışmam yanlış olur. Şimdi beraberce spordaki mafyaya yönelmek, en doğrusu olsa gerek.