11 Haziran 2001
İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nde yaşanan devir teslim töreni hararetle devam ederken, telefonum çaldı. Tanımadık bir ses, “Şimdi Kazım Abanoz’un garajdaki arabasına istihbaratçılar kutularla özel takip dosyalarını yüklüyorlar” dedi. Muhabir arkadaşlardan birine telefonla bir bak dedim. Baktı. Doğruydu gelen telefon. Dosyalar arabaya konuluyordu. İçinde ne var kim bilebilir?
Olaya hiç şaşırmadım. Gelenler ve gidenler açısından bu transferler hiç değişmiyor. Herkesin polisi kendine iyi. Benim polisim iyidir anlayışı, iktidardakilerin çıkarlarına göre değişiyor.
Türkiye’de polis kavramı ne yazık ki siyasetin ta içindedir. Örgütlenemeyen, iç düzeneği ve eğitimi her siyasi eğilime göre değişen, yoksulluğun pençesinde kıvranan, insan haklarına aykırı bir şekilde çalışmaya zorlanan, tek dünya görüşüne ve düşünce sistematiğine göre alınıp eğitilen insanlar, içine düştükleri o kısır döngüden kurtulmak adına ne yapacaklarını bilememenin acısıyla hareket ediyorlar.
Bizim polisimiz güce ve yarattığı etkiye sığınır. İktidara yakın durmak ister. Direnenler ezilir, süründürülür, yok edilmeye çalışılır. Yetenekleriniz olağanüstü olsa ne değişir? Cinayette uzmansanız inşaata, inşaatta uzmansanız cinayete verirler. Küstürür, susturur, ezerler. Bunun adına da sistem derler. Evet doğrudur bu bir sistemdir.
Özellikle belirli cemaat (Fethullahçılar gibi) ve tarikatların (Nakşiler gibi), örgütlerin ele geçirmek için düzenledikleri sistemli ve bol paralı saldırıları karşısında çaresizdir polis. Bugün istihbarat ünitelerinin egemenliği altında bulunan polis, ne yazık ki yeni teknolojileri de bağlı oldukları bu grupların emrine sunmakta, kişiler ve özel yaşamlarına ilişkin düzenlediği dinleme, izleme, gözleme dosyalarını şahsi veya siyasi kavgaların arıcı olarak kullanmaktadır. Oysa istihbaratçıların arka bahçesi olarak şekillendirilen mali, narkotik ve asayiş birimleri mesleğin can damarını oluşturuyor.
Alaattin Çakıcı ile Korkmaz Yiğit konuşmalarını dinleyen, kasetleri eline alıp pazarlayan İstanbul emniyetindeki istihbarat görevlisiydi. Sonra emekliliğini istedi, DYP’den milletvekili adayı oldu. Seçilemedi. Ama açtığı yara inanılmazdı. Oysa o konuşmalar özel siyasi amaçlar için değil de kamu için kullanılsaydı, Türkiye’de mafya hükümet düşürme gücünü eline geçirmemiş olacaktı.
Son dönemdeki kadar politize edilmiş bir emniyet olmadı. Atamalar, tayinler, terfiler hep bir görüşün etkisi altında gerçekleşti. Kadrolaşma konusunda bu kadar büyük adımlar hiç atılmadı. Kazım Abanoz düne kadar yalanladığı İstanbul kadrolaşma hareketi nedeniyle bugün savcılık soruşturması geçiriyor. Ben İstanbul’daki kavgayı yazdığımda kimler karşı çıktı iyi bakın. İslamcı basın ile haklarında soruşturma dosyaları, özel arşivler bulunan kişiler hemen karşıma dikildiler. Daha doğrusu öyle davranmaları istendi. Bunlar arasında gazeteler, ortakları ve gazeteciler de var. Basın soruşturma geçiren işadamlarıyla ortaklıkları, özel yaşamlarındaki açmazları ve zaafları nedeniyle kullanılır bir duruma geldi.
İstanbul polisinde 45 üst düzey yöneticinin yerine “özel nitelikli” yeni kadroları bir günde getirmek hayali, neyin işaretiydi? Bu “özel nitelikli” kişiler kimlerdi? Nerede yetiştirilmişti? Hangi görev için yetiştirilmişlerdi? Neden şimdi göreve getiriliyorlardı? Bunlar kimin polisleriydi? Neden son bir yıl içinde istihbarat ünitelerindeki ülkücüler dahi görevden uzaklaştırıldılar? İstihbarat birimleri sadece siyasal İslam doğrultusunda düşünen kadrolara niçin bırakıldı? Sadettin Tantan ve ekibinin icraatları bu açılardan mutlaka değerlendirilmelidir.
Ama bunların ötesinde bir gerçek orta yerde bütün çürümüşlüğü ile durmaktadır. O da polisin durumudur. Polisi devletin ve ulusun güvenlik gücü yapmanın yasal düzenlemelerini Türkiye mutlaka yapmalıdır.