21 Mayıs 2001
Gece yarısını geçmişti, İstanbul’un güzel akşamlarından biriydi. Eşi arayıp Emre’nin durup dururken bayıldığını haber verdiğinde.
Yemekteydik. Haberi alan Mehmet Ağabey ile hemen yola çıktık. Arabada ambulansa ihtiyaç olduğuna karar verdik. Ben hemen 112 acil servisi aradım. Önce bir bant kayıt çıktı. Onu atlattım ve ilgiliye bağlandım. Cumartesi saat 00.53’tü. Karşımdaki bayana adresi verip olayı aktardım. Acil ambulansa ihtiyaç olduğunu söyledim. Yanıt net ve çok çarpıcıydı:
“Bakınız size tavsiyem, hemen bir taksi bulun ve ilk hastaneye arkadaşınızı yetiştirin.”
Evet aynen böyle dedi. Ambulas göndermek için, ilkyardım için kurulmuş sistem taksi önerdi. Kapattım. Tartışacak zaman yoktu. Mehmet Ağabey o sırada çoktan bu işlerden anlayan bir arkadaşımızı bulmuş ambulans gerektiğini söylemişti. Ve bir özel ambulans servisi inanılmaz gibi gelen kısacık bir zaman içinde, hasta arkadaşımızın kapısındaydı. Gencecik bir doktor ve iki yardımcı sağlık elemanı ilk kontrolleri yaptılar. Arkadaşımızı ambulans ile olayın uzmanı olduğunu düşündüğümüz hastaneye yetiştirdiler. Bizi olağanüstü rahatlattılar. Yüzlerinde gülümsemeleri, ciddiyetleri ile inanılmaz başarılıydılar.
Haberi aldığımız yemekte özelleştirme konusunda konuşuyorduk. Her şey bitince düşündüm. Özel ambulans şirketi böylesine organize ve başarılı olabiliyor da, bu iş için oluşturulmuş kamu sistemi neden çalışmıyor? Oysa özel ambulans ile gelen doktor ve sağlık ekibi kamudaki arkadaşlarından daha yüksek ücret almıyor. Aynı toprağın, aynı eğitim sisteminin, aynı yasaların insanları. Farklı bir ekipmanla olaya müdahale etmiyorlar. Fark çalıştıranda. Fark çalışana verilen eğitimde. İlkelerde. Ben buna inandım. Kamu sahipsiz. Ehil olmayan, adama göre işin yaratıldığı bir sistemin esiri olmuş. Lime lime dökülüyor. Sahip çıkmazsak aradaki farkı insan hayatıyla ödemeye mecbur kalırız. Parası olmayan, taksi bile bulamadan yitirilir. Buna kimsenin hakkı yok. Bana ambulans yerine taksi öneren memurun da, onu yöneten memur başlarının da, onları oraya atayan memur ağalarının da.
Çürüme…
Türkiye’de namussuzun, hırsızın, takiyecinin, yalancının, hainin, satılık olanların, erdem ve namus kırıntılarını para döşeli yollarda yitirenlerin, yerde kaldıklarını gördünüz mü hiç? Göremezsiniz. Onları mutlaka düştükleri çamurdan tutar kaldırırlar. Buna sakın şaşırıp kahretmeyin. Doğalmış, öğrendim…
Çünkü onlar lazım. Köpek eğer karşı bahçeye havlıyorsa iyi. Ama karşı bahçeden ürmekte ise kötü. Satılık adamlar makbul. Çünkü gelirken karşı tarafı, giderken sahiplerini satın alıyorlar. Bu durumları onları vazgeçilmez kılıyor.
Erdem ve dostluk adına ne varsa pazarlayanlar onlar… İlke, namus, haysiyet duygularının geçerliğini fiyatlarına göre belirleyenler onlar… Bezirgan elinde oyuncak iken, iffet anıtları gibi dolaşanlar onlar. Yüreklerini, aynadaki estetikli suratlarına dahi kapatanlar, onlar…
Ve bizler. Onları bile bile, göre göre, duya duya sesimizi çıkartmadık yıllarca. Zalimliklerini öyle yutturdular ki, acıdık. Böylece zulümlerine ortak olduk. Yetmez mi? Yeter…
Onlar bozdular iyiyle kötü arasındaki dengeyi. İyi gözüktüler, ama kötüydüler. Onlar şaşırttılar doğru ile yanlış arasındaki ölçüleri… Onlar bize en büyük kötülükleri yaptılar. İftirayı meşru, savunmayı hırçınlık saydılar. Yaptıkları her çürümüş hareketi bize reform diye sundular. Boyalı saçları, iğdiş bakışları ve irin dolu sözcüklerini, kahramanlık masalları niyetine bize yutturdular. Bizi bataklıklarında boğmaya kalktılar.
Kangrene dönüşmek üzere!
Şimdi her birimiz tabanımızdaki değişim depreminin verdiği şevkle, yırtıp maskelerini, suratlarına tükürmeliyiz. Kini yüreklerimize yük etmeden, onları sahiplerinin itlafına bırakmalıyız. Çünkü onların çürümüşlüğü kangrene dönüşmek üzere. Ya kesip atılacaklar ya da kendiliklerinden düşüp yok olacaklar. Bataklıklarına yardım için uzanan her eli de kendileriyle beraber götürecekler. Biz ise en başa dönüp yenilikler için yeniden işe koyulmalıyız.