20 Ağustos 2001
Prefabrikedeyim; depremin toplama kampında. Akşam yemeğinde. Bir göz oda içinde yaşayanlar mı, yoksa ben mi hücredeyim?
Masa zengin… Ağır misafir statüsündeyim. Pirinç pilavı, üstünde bir parça tavuk haşlama. Domates, ekmek, tuz ve su. Açlık kaç yazar. Ye yiye bilirsen. Her bir lokma dizim dizim diziliyor kursakta. Bir perde ayırmış odayı köşede. Arkasında bir çift göz. Kara mı kara bakıyor. Karanlıkta oturmuş öyle sessiz, sedasız izliyor. Yitirdiklerini mi arıyor, geleceğini mi? Çöz çöze bilirsen. Yüreğin yeterse, ikinci kez göz göze gel gelebilirsen. Adı Nazlıcan. Kızımın adı. Dağların kokusu olmalı teninde. Gidip kokluyorum, inanın artık koku alamıyorum. Çile çiçeği, kokmuyor çünkü. 6 yaşında. Onun kadar bilmem imkansız hayatı.
Gözleri kara, ya bahtı?
Kara gözlüm, balam. Bize oldu olan. Bilmek yetmiyor… Yürek, akıl, vicdan. Hiçbiri acıları dindiremiyor. İnsan olmak yetmiyor bazen… O kara gözler insana yaşamı dar ediyor. Akıl aynı soruda demirliyor: Gözleri kara… Ya bahtı? Depremin toplama kampında çocuklar, kadınlar ve erkekler daha kaç zaman böyle bakacak? Yaşlılar mı? Yoksa yaşlandırılmışlar mı? Utancımdan soramıyorum, “kaç yaşındasınız”?.. Kadınlar genç ve güzel mi? Mutlak öyleler ama göremiyorum.
Ya erkekler… Sanki gerçek değil gibiler. Açlar. Ekmeğe, domatese ve suya değil. Açlar. Elbiseye, ayakkabıya, gömleğe değil. Açlar… Gözleriyle, sözleriyle bağırıyorlar. Çığlık çığlığa çağırıyorlar. İnsana, dosta, ilgiye açlar. Sevgiye açlar, sevgi istiyorlar:
– Hey bayım, hanımefendi, arkadaş biraz sevgi, biraz ilgi rica edebilir miyim sizden? Ben depremzedeyim. 45 saniyede yitirdim aşkımı, sevdamı, yarınımı. Açım, çok açım, açlıktan hastayım. İlacım sevgi. Azıcık var mı?
Türkiye’nin geri kalanında yaşayanlar azıcık daha sevgi… Sakarya’da , Gölcük’de depremin vurduğu her yerde. Feryat feryat bağırıyorlar. Duymuyor musunuz? Sevgi ve ilgi bekliyorlar. İnanın en çok bunları istiyorlar.
Evleri yok, yıkıldı. Dostları yok, gittiler. Aşkları, çocukları, anneleri, babaları öldüler.
Siz hiç öldünüz mü? Onlar öldü öldü dirildiler. Sadece sevgi bekliyorlar. Bu ülkenin doktorlarını istiyorlar. Ruhlarını onarsın diye. Doktorlarda mı öldüler? Bu ülkenin çocuklarını, kadınlarını bekliyorlar ellerini bir kerecik sıkıp, yanaklarından öpsünler diye. Onlar şimdi neredeler?
Karşılığında verecekleri tek şey zamanları. Bir de kederli öyküleri.
Karşılık beklemeyin ne olur? Geçerken uğrar gibi… Mezarlıkta eski bir dostu anar gibi… Saksıdaki çiçeği sular gibi… Kafesteki kuşa bakar gibi… Küçücük bir zamana sığdırılmış ziyaretler istiyorlar. Bir küçük kır çiçeğiniz de olursa hani elinizde, değmeyin keyiflerine. Plastik çiçekler bile olur, bana öyle geldi, aldırmazlar sanki.
Yaz gazeteci yaz,
Yaz gazeteci yaz. Mavi, yeşil, ela değil kara gözlü çocukların isteğini yaz: “Abi bir imza versene, bakar oyalanırım. Ne güzelmiş imzan bee”… “Abi benim adım babamın adı Abdullah. O da ölünce depremde, bana da Abdullah demişler”… Yaz gazeteci yaz: “Ben öğretmenim , emekli öğretmen. Biz hastayız kuzum bize doktor lazım, psikiyatr”… Yaz gazeteci yaz: “Ağır hasarlı evleri rüşvetle, torpille orta hasara çeviriyorlar. Bir deprem olsa yine çook can yanar”…
Yaz gazeteci yaz: “Buralar toplama kampı oldu arkadaş, kurtuluş ne zaman?”
Yaz gazeteci yaz : “Bu Enerji Bakanı duyar mı sesimizi kardeş. Elektrik parasını ödeyemez olduk, bir de faiz bindirdiler üstüne. Kesecekler ışığı. Allah aşkına ne olur, bari faizleri almasınlar. Işıksız ne yaparız buralarda. Faiz almazlar değil mi? Aydınlığı da karartmazlar değil mi?”…
Yaz ki duysunlar sesi olmayanların feryadını… Yaz ki okusunlar kara gözlerin damla damla yaşlarını. Ellerine bulaşsın akça gözyaşları yazının karası mürekkeple… Belki o zaman anlarlar ha? Yaz gazeteci yaz… Bugün değil de ne zaman yazacaksın. Görmez olanların görmesi için yaz. Rivayet sananlara, gerçekleri göstermek için yaz. Deprem vurgunu yiyen Nazlıcanlar için yaz. Duyarlar, duymalılar, duyacaklar. Duyurana kadar yaz…