25.05.2000
ASALA’ya karşı ülkücüler değil de ‘devlet görevlileri operasyon yapmıştır’ yalanlarının tamamı, Haluk Kırcı’nın ‘Bırak Eşkıya Bellesinler’ kitabındaki ifşaatlarıyla doğruca çöp tenekesine gidiyor
Tuncay ÖZKAN
Uğur Mumcu, Muammer Aksoy’un öldürülmesinin hemen sonrasında
31 Ocak 1991’de diyor ki, “Devletin görevi, bu gibi cinayetlerin kanıtlarını bulmak değil midir? Devlet, İslami hareket adına, uçlarına susturucu takılmış silahlarla cinayet işleyen çetelere karşı bu kadar çaresiz midir? Yoksa devlet dediğimiz şu büyük aygıta takılan başka susturucular var da biz mi bu susturucuları bilemiyoruz?”
Türkiye bugün ‘devlet’ denilen o büyük aygıta takıldığı artık ayan beyan olan ‘susturucuyu’ çıkartıp, çıkartamamak durumuyla karşı karşıyadır. İçimizdeki casuslar, dışımızdaki kışkırtıcılar, bunca ceset ve gözyaşı ile sistemin üzerinde öylece durmakta olan faili meçhullerin karanlığı tartışmaları hep bundan.
Devleti çete mantığına, cinayete alıştıran; vurgun ve talan ekonomisini çözüm olarak sunan anlayışlar, bugün hukuk devleti istekleri karşısında ne yapacaklarını bilemiyorlar. Çünkü kanlı ve karanlık bataklık dört bir yanlarını o denli sarmış ki, çırpındıkça batmaktan, battıkça çırpınmaktan başka bir şey ellerinden gelmiyor. Doğru ile yüzleşmek ‘devlet’ için artık kaçamayacağı bir durum. Ve her doğru kendinden çok şeyleri alıp götürüyor. Alışkanlıkları ve yaptıklarıyla bugün sorgulanan Türkiye’nin yönetimi ve yöneticileridir. Bu yönetim ve yöneticilik anlayışıdır ki ‘çete’ olgusunu, ‘eşkıya’ kavramını, ‘terör’ ve ‘mafya’ gerçeğini sülük gibi Türkiye’nin sırtına yerleştirmiş yıllardır hukukumuzdan, demokrasimizden, Hazine’den beslenen kan
emicilerin gelişmesine neden olmuştur.
Bugün bu geleneğin İslami terör boyutuyla uğraşıyoruz. Dün karşımızda başka gerçeklikler vardı.
Bu gerçekliklerle ilgili olarak şimdi çok güzel bir kitap okuyorum. Kitabı Bahçelievler Katliamı, Susurluk, Topal cinayeti ve benzeri pek çok olayın sanığı, halen Eskişehir Cezaevi’nde yatmakta olan Haluk Kırcı yazmış.
Adı: ‘Bırak Eşkıya Bellesinler’. Kitaptaki bilgilerin büyük kısmı sansürlü. Savunma amaçlı yazılmış. Ama anlattıklarıyla önemli. Bir defa, ortaya atılan ve ASALA olayıyla ilgili olarak saçma sapan, gerçek dışı senaryoları yalanlaması bakımından önemli. Hani şu ASALA’ya karşı ülkücüler değil de, devlet görevlileri operasyon yaptı yalanları var ya, onları bitiriyor. Koltuk altlarında siyanür tabletli görevlilerimiz, değme macera filmlerine taş çıkartacak kadar büyük kovalamacalar yaşıyor ya hani ASALA peşinde… O senaryoların tamamı Kırcı’nın ifşaatlarıyla doğruca çöp tenekesini boyluyor. Bu senaryolara itibar edenlere kitabı okumalarını tavsiye ederim.
Kitapta Kırcı yaşam biçimi haline gelen hukuksuzluğu öylesine güzel anlatmış ki, üstüne çok söze gerek kalmıyor. Türkiye’de aranan ülkücüler yurtdışında bulunuyor ve devletin ASALA operasyonu ile Susurluk arasında neyi nasıl yaptığının hikâyesi başlıyor. Haluk Kırcı’dan dinleyelim:
Devlet böyle bir riski göze alamaz ve operasyonun resmi olmayan güçler tarafından yapılması için çalışmalara başlanır.
‘Marsilya’ adı konan operasyonun çalışmaları yapıldığı sırada 12 Eylül’ün hışmına uğramış pek çok ülkücü, değişik yollardan yurtdışına kaçmıştır. Avrupa’nın geneline yayılmış olarak yaşayan ve vatanperverlikleri tartışma götürmeyen ülkücülerin 12 Eylül öncesi pratiklerinden faydalanmak isteyen MİT, operasyon teklifini onlara götürür. Legal örgütlenmeler çerçevesinde kalan ülkücüler, bu teklife sıcak bakmazlar. İllegal olarak yaşamak zorunda, yani Abdullah Çatlı’nın durumunda olanlara konu götürüldüğünde ise tereddütleri olmakla birlikte, gelen teklifin bir çıkış yolu olabileceği kanaati hasıl olur.
MİT ile pazarlığa oturan kişi Çatlı’dır. Çatlı, dört şey istemektedir. 1) Alparslan Türkeş serbest bırakılsın. 2) İçinde benim de bulunduğum, Bahçelievler davasından tutuklu olanlar tahliye edilsin. 3) İdamlara son verilsin. 4) Operasyonların bitiminde, ülkelerine serbestçe dönecekleri ortam hazırlansın. MİT yetkilileri, devlet yöneticileri ile bu şartları konuştuktan sonra, uygun cevaplar vererek, başında Çatlı’nın bulunduğu grubu kendilerine angaje ederler. MİT’in istediği tek şey, operasyonlarda çıkabilecek aksilikler karşısında, devlet ile bağlantılarının olmadığını söylemeleridir. Zaten devlet, bir aksilik çıkacak olursa, yakalanan şahıslara sahip çıkmayacaktır.
Evet Çatlı, istihbaratçıların tabiriyle ‘yanmıştı’. Yani deşifre olmuş veya edilmişti. Zaten çok geçmeden, grubunda yer alan bazı  isimler de deşifre edildiler ve içlerinden bazıları cezaevine girdi. Çatlı’nın ASALA ile olan mücadelesi sona erdi ama onu bu işe angaje eden MİT’in Çatlı ile işi bitmedi.
Türkiye’ye döndükten kısa bir zaman sonra (teklifin kimden geldiğini bilmiyorum), çoğu emekli edilmiş veya kendi istekleri ile  emekli olmuş operasyonel MİT’çilerle birlikte bir yemeğe katıldı. (Bana anlattığına göre: yemekte, Mehmet Eymür ve Hiram Abas gibi isimler ile Mete Bey isminde yine emekli bir MİT’çi vardı.) Söylediğine göre yemek tam bir hesaplaşma şeklinde geçti. Çatlı kendisini ASALA operasyonlarına sokanlardan ve ismini deşifre edenlerden hesap soruyordu. Ortam çok gerginleşti. Bir ara o sıralar
emekli olan MİT mensubu Mehmet Eymür’e küfretti. (Bu yemekli toplantı olduğunda da ben yoktum. Çünkü daha cezaevinden tahliye olmamıştım.) Tartışmalı, çekişmeli yemek bittiğinde herkes kendi yoluna gitti.
O günlerde ikinci bir darbe de Ataköy’deki ticaret merkezimiz ile ilgili olarak geldi. Bir sabah henüz işe gitmeden, evimin telefonu çaldı. Arayan Çatlı idi. Birkaç gün şirkete uğramamamızın iyi olacağını söyleyerek, daha önce birkaç kez gittiğimiz bir berber dükkanında buluşmak üzere randevu verdi. Merak etmişim fakat telefonda bir şey sormadım.
Berber dükkânında buluştuğumuzda İstanbul Emniyeti’nden kendisini uyardıklarını, yazıhanemizin basılacağını söylediklerini iletti. Çatlı’nın anlatımına göre: Çatlı, kadın yazısına benzeyen el yazısı ile yazılmış bir mektupla Emniyet’e ihbar edilmişti. İşin ilginç yanı, mektubu yazan her kimse direkt olarak zamanın Emniyet Müdürü Necdet Menzir’in adına yollamıştı. Yine Çatlı’nın anlatımına göre: Menzir, gereğini yapmaları için alt birimlere emir vermişti. İşte o sırada yani ihbardan bir süre sonra, olup bitenlerden Çatlı’nın haberi olmuştu. Bir müddet şirkete uğramadık. O arada baskın gerçekleşti, arama yapıldı ve o anda şirkette bulunan bazı arkadaşlar soruşturma için karakola götürüldüler.
‘Tümünü bize yıktılar’
Faili meçhul cinayetler bağlamında bize yapılan suçlamalardan bazıları o kadar ileri gitmiştir ki; Bahriye Üçok, Çetin Emeç ve Uğur Mumcu gibi aydınların öldürülmeleri olaylarını bile bize mal etmeye çalışmışlardır. Susurluk sonrası mikrofonu eline alan, kendini uzman addeden birçok insan, imalarda bulunarak bizleri suçlarken, bazıları da direkt suçlamalara varan asılsız, mesnetsiz ve ispatsız konuşmalar yapmışlardır.
Çatlı 1994’ün ortalarında bir gün müdürlüğünü yaptığım Sultan Tekstil’de otururken, ‘Yeşil’ adlı birini tanıyıp tanımadığımı sordu. Kod adı Yeşil olan birini tanıyordum. 1991’de yani cezaevinden çıktıktan kısa bir süre sonra, 12 Eylül öncesinde Ülkü Ocakları Başkanlığı yapmış olan bir ağabeyimizle birlikte yemeğe gitmiştik. O ağabey, beni yemekte yanımıza gelen bir polisle tanıştırmıştı.
Yeşil devrede
İstanbul Siyasi Şube’de çalıştığını söyleyen polisin kod ismi Yeşil’di. Çatlı, Yeşil isimli birini sorunca aklıma o geldi ve tanıdığımı söyledim. Kim olduğunu, nasıl tanıdığımı, ne iş yaptığını anlatınca, Çatlı, “O değil. Benim dediğim Yeşil jandarmada çalışıyormuş. Güneydoğu’da bulunmuş. Şimdi Ankara’daymış. Eski bir ülkücü olduğunu söylüyormuş. Elazığlı imiş” dedi. Çatlı’ya anlattığı kişiyi tanımadığımı, böyle birinin ismini de daha önce duymadığımı söyledim. Morali bozuk gibiydi. Meraklanmıştım. “Hayırdır abi, kimmiş bu Yeşil? Niçin araştırıyorsunuz?” diye sordum.
Çatlı: “Eski dostlarımdan biri ile Ankara’da yemek yemişler. Yemekte benim hakkımda ileri geri konuşmuş. Arkadaşım beni tanımadan hakkımda konuşmamasını söylemiş. O, “Ben, bana anlatılanları aktarıyorum. Onunla hesabım olacak” gibi laflar etmeye devam etmiş. O sırada alkollü olduğu için arkadaşım üzerine fazla gitmemiş” dedi. Ben de “Elazığlı arkadaşlardan sorayım. Bakalım kimmiş bu adam. Tanıyanlar varsa bilgi edinir sana anlatırım” dedim ve mesele böylece kapanıp gitti.
O sıralarda cep telefonları yeni çıkmıştı. Çatlı, ilk çıkan modellerden bir tane almıştı. Ben ise henüz kullanmıyordum. Çatlı sonradan piyasaya çıkan ve öncekilere göre taşınması daha kolay olan modelleri piyasaya çıkınca onlardan bir tane aldı ve ilk aldığı cep telefonunu bana verdi.
Cep telefonu devrinden birkaç gün sonra, bir akşam evimde olduğum bir saatte telefonum çaldı. Açtığımda, daha önce hiç duymadığım ve oldukça karakteristik ses özelliğine sahip birisi “Abdullah Çatlı ile görüşmek istiyorum” dedi. Şaşırmıştım. Çatlı’yı tanıyan biri ismiyle hitap etmez hemen herkes ona ‘Mehmet’ derdi. Bozuntuya vermedim ve aramızda şu konuşma geçti:
“Çatlı yok, kim aramıştı?”
“Ben Ahmet Demir, kimle görüştüm?”
“Haluk Kırcı… Ben sizi tanıyamadım.”
“Gardaş ben seni tanıyorum. Yatıp çıkmışsın. Önce geçmiş olsun.”
Derinden gelen garip bir ses tonu vardı. Yavaş yavaş konuşuyor, kesik cümleler kuruyordu. Anlatmaya devam etti:
“Gardaş Reis’e bir mesaj iletmek istiyorum. Ona söyle, beni yanlış tanıtmışlar. Biz, Sen Nehri’nde abdest alanlara el kaldıramayız (Paris’te ASALA operasyonlarına atıfta bulunuyordu.) Onu seviyoruz. Yakında emekli olacağım ve gelip emrine gireceğim, benim hakkımda ona anlatılanların hepsi yalan ve yanlış şeyler. Çok selamımı söyle.”
Yorumda bulunmadım. Başka soru da sormadım. Ses tonu ve konuşmaları garip gelse de fazla konuşmak istemedim. Karşılıklı iyi geceler dileğinde bulunduk ve telefonlarımızı kapattık. Çatlı, o sıralar Ankara’ya gidip gelmeye, yurtdışına seyahatler yapmaya başlamıştı. O işleri ile ilgili olacağı kanaatine vardım ve Ahmet Demir isimli vatandaşın mesajını ertesi gün Çatlı’ya aktardım. Çatlı dinledikten sonra hafifçe güldü:
“Sana sorduğum Yeşil isimli vatandaş vardı ya, işte buydu: Yeşil yani Ahmet Demir.”
Şaşırmıştım:
“Yani şu seninle hesaplaşacağını söyleyen Elazığlı kabadayı mı?” diye sordum.
“Evet ta kendisi. Gerçek ismi Ahmet Demir değil. Jandarma ile çalışıyormuş ve karışık işleri varmış. Demek ki kulağına kar suyu kaçıranlar oldu, terbiyesizlikten vazgeçti” dedi.
O günden sonra Çatlı ile Yeşil konusunu konuştuğumuz veya Yeşil hakkında bir mevzu geçtiğini hatırlamıyorum.
Kaza sonrasında yapılan soruşturmalar esasında, Çatlı’ya verilen özel silah taşıma ruhsatı ve uzman kimliklerinin toplam
30 kişiye verildiği tespit edilmiştir. Fakat bu kişilerin kimlikleri açıklanmamış, bütün gözler Çatlı’ya ve şahsıma çevrildiği için konu unutturulmuştur. Kimdir bu şahıslar ve niçin bu kimliklere sahip olmuşlardır? Eğer bu dava ‘mafya-devlet ilişkisi’ iddiası üzerine açılmışsa, Çatlı’nın taşıdığı kimliğe sahip olduğu söylenen diğer 29 kişi de bu davaya sanık olarak katılmalıdır.
Sorulmayan sorular
Çatlı’nın kaybolan çantasındaki telefon kartları bir tarafa, üzerinden çıktığı iddia edilen telefon kartı ile kimlerle görüştüğü bile araştırılmamıştır. Kimseye “Çatlı ne yaptı? Bu kimlik kartı ne için verildi? Hizmetinin derecesi nedir? Kimlerle birlikte hareket etmiştir?” gibi sorular sorulmamıştır.
JİTEM hangi maksatla kurulmuştur? Böyle bir örgütün ne gibi görevleri vardır? JİTEM denilen kuruluşun fikir babası olduğu iddia edilen Veli Küçük isimli generalin Çatlı ile nasıl bir ilişkisi vardır? Çatlı, Veli Paşa’nın emriyle bir şeyler yapmış mıdır? Telefon görüşmeleri yaptıkları tespit edilen Paşa ve Çatlı’nın ilişkilerinin gerçek boyutu nedir?
Herkese soruyorum: Bu davayı açan ve beni çete üyesi olarak gösteren sayın savcı, niçin Çatlı’nın ilişkilerini ciddi olarak masaya yatırıp irdelememiştir? Niçin Veli Küçük Paşa’yı dava konusu yapmamıştır? Niçin JİTEM operasyonlarını araştırmamıştır.
Uğur Mumcu ile başlamıştık, yine onunla bitirelim:
“Yoksa devlet dediğimiz şu büyük aygıta takılan başka susturucular var da biz mi bu susturucuları bilemiyoruz?”