18 Aralık 2001
Cüneyt Arcayürek… Benim Cüneyt ağabeyim. Bu kadar gazeteci, bu kadar meslek heyecanı içinde, bu kadar meslek disiplini olan bir ikinci kişi zor çıkar. Zaten kendisi de zor adamdır. Zor beğenir. Zor ikna olur. Zor konuşur. Zorlukların adamıdır. Zoru sever. Elde ettiği başarılar hep en zor olanlarıdır.
İlklerin adamıdır. Johnson mektubundan tutun, son 40 yılın olaylarının görünmeyen yönlerine kadar, Türkiye siyasetin o karmaşık labirentlerini, onun kılavuzluğunda okudu. Türk basını ona çok şey borçludur.
Onun sayesinde pek çok şeyi öğrendik. Son kitabı “Sessiz Darbe” yeni çıktı. O kadar çok bilinmeyene ışık tutmuş ki, aşk olsun demeden duramıyorsunuz. Siyasetin sessiz karmaşasını aydınlatıvermiş. Öylesi bilgiler ve analizler ki, keşke Arcayürek kitaplarını okullarda yakın tarih için, ders kitabı yapıp okutsalar. O zaman bambaşka kuşaklar çıkar ortaya.
Şimdiye kadar yakın tarihi anlatan tam 24 kitap yazmış. Hele bir tanesi var ki “Darbeler Ve Gizli Servisler” adında, bizim gibi ülkelerde siyaset oyunu nasıl oynanıyor, yabancı ülkeler bu oyunlara nasıl hükmediyor, görmek isteyenlerin başucu eseri.
Son zamanlarda kitaplarını okumadan, gazetelerde çıkan özetlerle ortalığa fırlayıp, eleştiriler yapan siyasilere çok kızgın. Aralarında Türkiye’yi yıllarca yönetenler de var. Okusalar belki de o yarım yamalak demeçleri vermezler. Doğru düzgün tahliller yapabilirler. Ama onlar bile okuma özürlü olunca, gelin gerisini düşünün siz.
Geçen yaz bir telefon aldım Ankara’dan. Atladım gittim. Cüneyt ağabey hasta. Eşi Esin Hanım yurtdışındaydı. Telefonda ona belli etmemeye çalışıyor. Ama ayakları üzerinde duramıyordu. Belinde, bir omurunda sinir sıkışması var. 1985’ten beri yakından tanıdığım Cüneyt ağabey acı içinde. İlk kez böyle görüyorum. Gözünden yaş akıyor. Ama aklı hala yazısında. Mustafa Balbay’a direniyor, doktor konusunda, önce yazısını yazacak sonra doktor.
Hastalık nedeni de yazıları. “Büyüklere Masallar, Küçüklere Gerçekler” serisinin kitaplarını yazmak için tam iki yıl boyunca, o eski daktilosunun başında saatler saatler geçirmiş. Tam beş bin beş yüz daktilo sayfası yazmış. Dile kolay. Daktilosunun tuşuna vurduğu her darbe, onun sağlığından almış. Bel omurundaki hastalık zaman zaman uyarmış, ama o umursamadan yazmaya devam etmiş. Sonuçta yürüyemez olmuştu. Geri dönülemez noktaya ulaşmadan hemen önce, Ankara’da çok zor, ciddi ama uzman eller sayesinde bir o kadar da başarılı bir ameliyatla kurtuldu bu hastalıktan.
Şimdi sözü var bizlere. Müthiş bir kitap projesi daha var. Onu yazacak. Yazdıkları 1945’ten sonra yıl yıl Türkiye’nin tarihi. Hem de 2000’lere kadar. 24 kitap. Mütevazı ve hep kavganın göbeğindeki bir yaşam.
Uğur Ağabey (Mumcu) ona “üstat” derdi. 12 Eylül sonrasında bir gün zamanın genelkurmay başkanı Uğur ağabeyi çağırmış. Konuşmasının sonunda da, “Telefon konuşmalarınıza dikkat edin” demiş. Uğur Ağabey “Hayırdır, ben dikkatliyimdir” deyince, “Siz değil canım, o konuştuğunuz arkadaşınız” deyivermiş. O konuşulan arkadaş Cüneyt Arcayürek. Konuşmanın konusu da 12 Eylül’ün etkin adı Orgeneral Haydar Saltık ve arkadaşlarının başka görevlere atanarak, yönetimden uzaklaştırılmaları. Cüneyt Ağabey bunu öğrenince telefonda biraz da o iğneli üslubu ile olguları süsleyerek aktarmış Uğur Ağabey’e. Uyarı gelmiş. Ama Cüneyt Ağabey’in dediği olmuş. Askeri Şura Saltık ve arkadaşlarını başka görevlere atamış.
Zamanı kılavuzlar olmadan okumak zordur. Yaşamını Türkiye için kılavuz olmaya adamış bir gazetecidir Cüneyt Arcayürek. Sağ olun Cüneyt Ağabey, sağ olun… İyi ki varsınız.