28.10.1999
Yargıtay yetkilileri ne zaman ülke yönetimi konusundaki fikirlerini bizimle paylaşsalar, aklıma bu kurumun sorunlarını tartışmadığı gerçeği geliyor. Örneğin rüşvet iddiaları gerçek olabilir mi?
Tuncay ÖZKAN
Türkiye, Ahmet Taner Kışlalı suikastını aydınlatıyor.
İBDA-C’nin gerçekleştirdiği bu eylemle ilgili önümüzdeki günler çok önemli gelişmelere gebedir. Bomba yapıcıları, malzeme sağlayıcıları konusunda çok önemli gelişmeler yaşanacak, Türkiye’de ve Türkiye dışında. Demek ki sırada Uğur Mumcu cinayeti var. Mumcu cinayeti de çözülmeli ki, karanlıklardan korkumuz kalmasın.
Karanlıklar korkunun nedeni. Bu yüzden aydınlık Türkiye için var gücümüzle çaba gösteriyoruz. Şimdi faili meçhul cinayetlerin çözümünü, cumhuriyetin demokratik kimliği ve insan hakları bağlamında ele alıp,
hukuk devletini güçlendirerek sorunları ortadan kaldırmak dururken, birdenbire garip açıklamalar yapmanın manasını anlamak mümkün müdür? Bununla Yargıtay Başsavcısı Sayın Vural Savaş’ın yaptığı açıklamaları kastediyorum. Özel yaşamın bütün gizini ortadan kaldıracak, toplumun tüm kesimlerinde bir izlenme ve gözlenme fobisi oluşturacak isteklerin, hukuk adına olsun veya olmasın kabul edilebilirliği olabilir mi?
Yargıtay da yıprandı
Bütün yasaklara rağmen izleyen ve gözleyen bir devlet anlayışıyla örgütlenen kurumlarımız, yarın bu hakları ellerine aldıklarında neler yapmazlar ki? Bugün bütün yasadışı uygulamalarla mafyanın, çetelerin, örgütlerin emrinde olan bazı kurum yöneticilerimiz; bu hakları ellerine geçirdiklerinde inanılmaz skandalların yaratıcısı olmayacaklar mı? Bugün içinde bulunduğumuz tehlikenin ortadan kalkması için istenilen şeyleri, yarın başkaları aleyhte kullanmaya kalkarsa ne olacak? Bunu Sayın Savcı nasıl engellemeyi düşünüyor? İngiltere’den biraz, İtalya’dan biraz, Yunanistan’dan biraz yasa alıp, karıştırıp bize uygun bu modeldir, bunlar yürürlükte olsun demek, bence Sayın Savaş’ın bugüne kadar çizdiği ciddi ve araştırmacı hukuk adamı kimliğine ters düşecek bir görüntü. Bir de Yargıtay’ın bugün içine düştüğü durum var. Yargıtay’ın başkanı Sami Selçuk daha çok özgürlük derken, savcısı Vural Savaş kısıtlama istiyor görüntüsü veriyor.
Yargıtay hukuk kurumu olarak zaten yıpranmanın doruğunda. Şimdi bir de bu iki uç tartışması bir hukuk kurumuna vurulacak en ağır darbelerden biri gibi geliyor bana. Bence olaylar ve olgular tartışılmalı. Ama bunların toplum önünde tartışılmadan önce hukuk adamlarının kendi aralarında tartışmaları ve konuyla ilgili açıklamalarını bu düzlemde yapmaları daha doğru bir tutum olmaz mı? Türkiye’de kurumların hukuka uygunluklarının, yasalar önünde eşitlik ilkesi uygulamalarının çok iyi gözden geçirilip yeni önlemlerin alınması gerekmiyor mu? Yargıtay yetkilileri ne zaman ülke yönetimi konusundaki değerli fikirlerini bizimle paylaşsalar, aklıma neden Yargıtay’ın sorunlarını da tartışmadıkları gerçeği geliyor. Örneğin Yargıtay’da rüşvet iddiaları gerçek olabilir mi? Bazı dosyaların açılmadan kararlar verildiği yolunda hukuk çevrelerinde dile getirilen spekülasyonlar, (hiç ummuyorum) ciddi bir olaydan hareketle üretilebilir mi?
Çifte standartlı adalet
Yargıtay’da tarikatların, cemaatlerin, siyasi düşüncelerin temsil edildiği klikleşmeler, kararları etkileyebilecek boyutlara ulaşmış mıdır? Ben bütün bunların yanıtlarının tartışılması gerektiğine inanıyorum. Yargıtay tıpkı tuzun koktuğu durumlardaki gibi, özeleştiri mekanizmalarını çalıştırıp, yalanları, çamurları atanların yüzüne çarpıp, gerçeklerden ders alarak kurumsal kimliğini korumak için hamle yaparsa, bütün hukuk kurumlarını derinden etkiler. Bunu yapmak yerine Türkiye yönetiminin her dönem tartışma gündeminde olan konularının içinde kaybolunduğu takdirde, hukuk kurumlaşabilir mi? Türkiye’nin ana sorunu çözümsüzlük noktasının hep yargıda bulunması. Yolsuzluk ortaya konur, ama yargı olaya nasıl bakar? Bir bankanın içini boşalttığı iddia edilen kişi, normalde suçlanıp alacağı ceza kadar hapiste tutulup, sonra mahkeme karşısına çıkartılıyor. Davalar sürüyor da sürüyor. Ama bir başka bankada aynı suçlamayla karşı karşıya kalan kişi tutuklanmıyor, sorgulanmıyor, davasına bakacak mahkeme bulunmasında bile sıkıntı doğuyor. Adalet çifte standartları olan, şahıslara göre değişen, parası olanın, çevresi olanın etkileyeceği bir olgu olabilir mi? Böyle olursa ona adalet denir mi? Bu sorunlar Yargıtay’ın başkanını, savcısını, dairelerini ilgilendirmiyor mu? Türkiye Cumhuriyeti demokratik cephesinde, insan hakları ve bireysel özgürlükler ile yönetimin merkezileşmesi konusunda acil ve büyük adımlar atmalıdır. Bunlar olursa hukuk devleti ilkesinin yerleşmesi sağlanacaktır. Hukuk devleti olunmadan hiçbir şey olunmayacağını artık anlamamız gerekiyor. Adana’da işçinin terörist diye öldürüldüğü Türkiye, teröristlerin dahi öldürülmeden hukuk karşısında hesap verdiği bir ülke olabilme başarısını göstermek durumundadır. Önceden belirlenmiş demokratik ilkeler, Cumhuriyet rejiminin yaşanır kılınması zorunlu unsurları arasında olmalıdır. Kurallar zamana ve kişilere göre değişmemelidir. İşte o zaman Türkiye uygar dünyanın ayrılmaz bir parçası olur.
Savcıların, yargıçların, hukukun özgür iradesini engelleyecek her şey Türkiye Cumhuriyeti’nin düşmanıdır. Demokrasi, özgürlük, savunma haklarının kutsallığı gibi kavramlar ise Cumhuriyet rejimimizin çelik iradeleri olmalıdır.
Hukuk adamlarımızın bunları da masaya yatırmaları gerekiyor. Türkiye yeniden yapılandırılırken onların en ön saflarda Türkiye’de yargının, hukukun üstünlüğünü hepimizin beynine kazıması şarttır. Çünkü hukukun üstünlüğünün olmadığı, adaletin işlemediği durumlarda Türkiye’de değil yaşamak, nefes almak bile zorlaşıyor.
Sokaktaki insanın adalete inancının sarsılmaması için, temizlik önce herkesin kendi kapısından başlamalı. Adalet, Türkiye’nin ayağa kalkacağı veya yıkımının tutanaklara geçirileceği kurum. Yolsuzlukları da, mafyayı da, çeteyi de, faili meçhulleri de öncelikle adalet temizleyecek.
Türkiye yargı adamlarını gözlüyor. Onların başkalarından önce kendilerine dönmelerinin tam zamanıdır.