28.12.2000
27Aralık 2000… Bayramın ilk günü. Babamı yitirdiğim gün. Ben ne yapacağımı bilemezken sekiz yaşındaki kızım Nazlıcan, babamın fotoğrafını eline alıp öptü ve ‘iyi bayramlar’ diledi
Tuncay ÖZKAN
Bu bayramın gelmesi kadar beni ürküten pek az şey oldu hayatımda. Bu bayramdan korktum. Neden mi?
Arife günü kızımla yattım… Sekiz yaşında… Hasta… Ateşi bir yükseliyor, bir düşüyor. Zaman zaman ateşler içinde, anılar onun da peşini bırakmıyor. Hülyalar içinde kalıyor: “Baba güvercinleri yakala. Bak beyaz sana geliyor” diyor. Ankara’da onunla beraber güvercin beslerdik bir kafeste. İkimizin de âşık olduğu bir beyazımız vardı. İnanmak zor geliyor ama, bu kuş bizi gördü mü -tanıklarımız çok- sokakta olsak, çatılardan üstümüze atlardı.
Çocukluğumda kuş beslemeye çok meraklıydım. Babam destekler, annem kızardı.
Bir defasında yumurtasından civcivleri çıkmadan kaçan bir anne güvercinin yerine, koltuğumun altında 24 saat taşımıştım sahipsiz yumurtaları. Annem çıldırıyordu. Mahallenin diğer kadınları ile çocukları bana kahkahalarla gülüyordu.
Babam, annemin yumurtaları sıcak kalmaları için koyduğum koltuk altımdan çıkartıp atmam için beni zorladığı gece, yatağıma gelmişti. Yanıma uzandı. Matbaa işçisiydi. Okumayı ve siyaseti çok severdi. 42 yaşında soluduğu kurşun buharından ve CHP’nin 12 Eylül’de yok oluşunun verdiği kahırdan olsa gerek, kansere yenik düştü.
Kahramanımdı. Bana dağlar gibi görünürdü. Kulağıma “Sakın o yumurtaları atma” diye fısıldadı. Yumurtalar okulda kızgın bir öğretmenim keşfedip, okul camından fırlatıp atana kadar, bedenimde kaldı.
Kokusunu ne kadar özlemişim
Kızımın yanında uzanırken, babam da geldi yanımıza. Onun da bizimle birlikte olduğuna yemin edebilirim; öyle hissettim. Kokusunu ne kadar özlemişim anlatamam. Ne kadar çok şey birikmiş anlatacak… Birlikte sabahı zor ettik. Bayram sabahı gözlerimi açtığımda, Nazlıcan ile ben vardım yatakta. Ateşi düşmüştü. Babam gitmişti. Tıpkı ilk gençlik yıllarımda yaptığı gibi…
27 Aralık 2000. Bayramın ilk günü. Babamı yitirdiğim gün. Ziya Özkan’ın ölüm yıldönümü. Ne yapmalıyım diye uzun uzun düşündüm. Babamın yasını mı tutacağım, yoksa çocuklarla bayram mı yapacağım? Telefon çaldı. Kız kardeşim. Ağlamaktan konuşamıyor. Kapattık. Ne yapmalıyım?
Yıllar öncesinde bıraktığım o sabaha karşı hastane manzarası geldi aklıma. Ankara’da, yoğun bakımda bütün yaşam fonksiyonları aletlere bağlı babamın. Ve
elektrikler kesildi. Tıp Fakültesi Hastanesi’nin yoğun bakım ünitesinin o zamanlar jeneratörü yoktu. Aletler sustu… Babamla aramda bir metre yoktu. Gözleri gözlerimde, yüzünde bir gülümseme, gidişini gördüm mum ışıklarının altında.
Doktorlar, hemşireler, hastabakıcılar ve biz uzun uzun ağladık… Bilmezlikten değildi acımız, çaresizlikten…
Çocukluğumun bayram sabahlarında en erken babam kalkardı, sonra beni kaldırırdı. Bayram namazı için. Hafta sonları da o kalkardı. Sabah bizlere kendi elleriyle kahvaltı hazırlamak için.
Bu bayramın ilk sabahı en erken ben kalktım. Ne yapacağımı bilemeden…
Uyuyan kızıma baktım. Bana ölümü anımsatan güne ve anılarıma. Ne yapacaktım? Keşke uyanmamış olsaydım diye düşündüm. Ankara’da olsam Nazlıcan’ı alır, mezarına giderdim babamın. İstanbul’da…
Sonunda karar verdim. Bayramı bayram gibi anmak için… Çocuklara haksızlık etmemeli diye düşündüm. Çocuklar babalarının yası konusunda böyle kararlar verebilir, benim gibi… Ama babalar, hiç görmesinler acılarını, çocukları için asla böyle davranamazlar dedim kendimce. Yüreğim buruk, Nazlıcan’ın bayram kıyafetlerine baktım.
O giyinip geldi, bütün çocuklar gibi çok güzeldi. Bizimle bayramlaştı. Sonra o çocuk yüreği bana hayatımın sürprizini yaptı.
Çalışma masamın üstündeki babamın fotoğrafına doğru ilerledi. Ayaklarının altına sandalyeyi çekti. Şaşkınlıkla onu izliyordum. Fotoğrafa doğru dudaklarını uzattı. Babamın resmini öptü, iyi bayramlar diledi.
Artık kendimi tutamadım.
Sonra herkesi aradım, her gördüğüme hep aynı şeyi söyledim:
“İyi bayramlar, iyi bayramlar, iyi bayramlar…”