04 Haziran 2001
Türkiye kriz bekliyor. Neden mi? IMF politikalarının doğal sonucu bu da ondan. Üretmeyen, hazır yiyen, ekonomisini olmayan paralarla çevirmeye çalışan bir ülke, niçin kriz beklemesin ki? Özellikle bankacılık alanında Türkiye’yi sıkıştıran yabancı sermayenin baskısı giderek artıyor. Özel bankaların çoğu dışarıdan aldıkları kredileri ödemeleri noktasında sıkıştırılıyorlar. Hem de zamansız.
Türkiye’de yaşanan krizin eşiği bankacılık sistemimiz. Öylesine zayıf ve kötü inşa edilmiş ki, neresinden tutulsa elinizde kalıyor. Özellikle dışarıdan gelen baskılara ve sıkıştırmalara karşı korumasız. Bazı bankaları ve dolayısıyla sistemi ucuza kapatmak için bastıran yabancıların önemli ataklarından biri daha geliyor.
Türk özel bankalarının dışarıdan borç olarak aldıkları “sendikasyon kredileri” zamanı gelsin gelmesin geri çağrılıyor. Sektör “ödeyeceksin” dayatmasıyla karşı karşıya. Bu uygulama sonucunda dış borç ödemesinde sıkıntıya düşecek bankalar da var. Eğer bunlar yapacakları görüşmelerde bu kredilerin ertelenmesi veya yeni takvime bağlanması noktasında başarılı olamazlarsa kötü. Eylül ayına kadar bu paraların geri çağrılma takvimi uzuyor. Bu nedenle eylül kritik ay.
IMF ve Dünya Bankası’nın Türkiye’ye borç olarak verdiği paraların büyük kısmı bankalarımızın geri çağrılan dış borçlarıyla aynı tarihlere rastlıyor. Gelecek olan paralar bu dış ödemelerde kullanılacak gibi geliyor bana. Yoksa sistem zora girecek. Belki başka bir yol bulunur. Ama olmazsa IMF ve Dünya Bankası kaşıkla bize verdiği kredileri, kepçeyle yine yabancı banka ve sermaye gruplarına aktarmış olacak.
Merkez Bankası’nda çalışan IMF memurları artık bizi bizden iyi biliyor. Çünkü bizim memurları başarısız ve hırsız gibi görüyor ve aşağılıyorlar. Bu da bir taktik tabii. Ezme taktiği. Bu yolla bizimkiler onların emrinde memur oluyor. Ne istenirse önlerinde. Sektör sektör gerçek verileri bilip, yabancı sermayeye aktarıyorlar. Bir de yurtdışı para transferleriyle ilgilenmeye başlamışlar. Yakında kokusu çıkar.
Türk gibi yaşamak
Tarım ve hayvancılık battı. Şimdi tarım ve hayvancılığın ölüsü üstünde tepinmek isteyenler var. Diyorlar ki: “Türkiye’nin yüzde 45’i tarım sektöründe çalışıyor, bütün yıl boyunca 38 gün iş yapıp, sonra yatıyorlar. Türkiye’de bütün çiftçilerin ürettiğinin çok fazlasını Fransa’da 300 bin, Amerika’da 3 milyon çiftçi üretiyor…” İyi de onlar da zaten üretim araçları ve teknikleriyle, yaşam standartlarıyla onlar gibi yaşamıyor. Türk gibi yaşıyorlar. Yoksul ve yoksun. Onları eleştirenler elmalarla, armutları toplayıp bak ne güzel sonuç diyorlar. Bu haksızlıktır.
Fransız, Alman, Amerikan çiftçisi, besicisi koruma duvarlarının ve gümrüklerin himayesinde semirdi, büyüdü. AB sonrasında Fransız, Alman ve Belçika çiftçisi ile Amerikan çiftçileri arasında bu koruma duvarları nedeniyle kavgalar çıktı. Üstelik bunların kullandıkları hormon ve diğer ilaçlar nedeniyle dünya kansere boğuldu. Şimdi bu ülkelerde doğal üretim teknikleriyle üretilen ürünler altın pahasında. Onlar büyüsün diye sadece Türkiye’nin değil, gelişmekte olan bütün ülkelerin tarımı bitirildi.
1980 sonrası “Üretme satın al, bak Amerika’da daha ucuz, AB’de daha güzel” diye elimizdekileri yok ettirmediler mi? ABD’de yerli malı haftaları düzenlenirken bizimkini kaldırtmadılar mı? Dışarıdan onlar, içeriden hortumcular vurdular çiftçiye besiciye. Besicilik öldükten sonra verilen kredileri siyasilerle eş, dostları tüketti. Hangi ürünün teşvik edileceğine karar verenler, hangi ürünün çöpe atılacağının da kararını verenlerdir. Yakılan tütünlerin, dökülen çayların, çürütülen buğdayın sorumlusu köylü değildir. Köylü nüfusunu şimdi göç ettirin de görün bakalım! Şehirlerin hangisi buna dayanabilecek?
70 milyonluk Türkiye’de 10 milyon kişi global standartta, 60 milyon Türk gibi yaşıyor. Türk gibi yaşamak zorunda bırakılanlara bu kadar haksızlık fazladır.