08.06.2000
Türkiye, İran’ın yakın zamana kadar ‘bildiği bir ülke’ olmaktan hızla çıkıyor. Cumhurbaşkanı Sezer’in, terör silahını çok etkin biçimde kullanan İran’a gitmeme kararı da bunu gösteriyor
Tuncay ÖZKAN
Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, İran’a gitmiyor. Bu her iki ülkenin
ilişkilerinde yeni bir dönem demektir. Bunu en iyi İran anlamalı.
İran… Dost mu, düşman mı?
Ne dost, ne de düşman. Dünyanın iktidar kavgasında ülkesi için yararlı bulduklarını yapmaktan çekinmeyen, mücadeleci bir ülke İran. Komşuluk kavramı veya karşılıklı ilişkiler noktasında sıkıntılı bir ülke. Kendine özgü bir rejimi, ideolojisi ve mücadele yöntemi var. Derin devlet ilişkileri bakımından karmaşık gibi gözüken, ama sade bir çekirdek yapılanması geliştirmiş. Güçlü bir kültürü ve bürokrasisi bulunuyor. Terörü, tıpkı tarih tezlerini sıraladığı o büyük komplolar dizisi gibi karmaşık, ama kendi sistematiği içinde iyi bir silah olarak kullanıyor. Türklerle, Araplarla, Musevilerle çevrili dünyasında ayakta kalmayı yüzyıllardır başarıyor, bundan sonra da başaracak gibi görünüyor. Tabii değişir ve gelişirse.
Türkiye ile İran ilişkileri, öteden beri güçler dengesi ve önderlik yapma çekişmesinden kaynaklanan rekabet ortamında gelişiyor. Osmanlı’dan bu yana bu konum değişmemiş. Tıpkı sınırların değişmediği gibi. Yani iki ülke arasında savaşlar değil, diplomasi ve kültürel etkinlik asıl mücadele noktasını oluşturmuş. Çünkü savaşlarda karşılıklı üstünlükler hep gelip geçici olmuş.
Cumhuriyet döneminde ilişkiler İran siyaseten Amerika’nın tam kontrolü ve etkisi altındayken de değişmemiş. Şahlı yıllar da Türkiye ile rekabet ve yarış içinde geçmiş.

Hep etkili oldular
İran, Türkiye’de hep en etkili gizli servis ağını bulunduran ülkelerden biri olmuş. Bunu rahmetli Dışişleri bakanlarımızdan İhsan Sabri Çağlayangil çok güzel anlatıyor. 12 Mart muhtırasıyla ilgili Türkiye karışmış durumdayken birileri muhtıranın geldiğini, hatta darbenin olacağını bilir. Bunlar arasında Humeyni’nin devirerek iktidarı
eline aldığı İran Şahı Rıza Pehlevi de vardır. Pehlevi bir gün Çağlayangil’i aratır. Kendisini İran’a davet eder. Çağlayangil ‘öğlen yemeği’ için gelen davet karşısında şaşırır. Şah’ın durduk yerde Türk bakanla öğlen yemeği istemeyeceği kesindir.
Ancak birileri 12 Mart’ın olacağını çok önceden İran Şahı Rıza Pehlevi’ye haber vermişlerdir. Şah bu haberi aldığında Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil’i çağırıp, “Birkaç ay içinde ordu, Türkiye’de darbe yapacak. Hem de sol bir darbe” diyecektir.
O dönemde MİT ile İran gizli servisi SAVAK arasında su sızmıyor gibidir. CENTO üzerinden başlayan yakın ilişkiler, komünizm karşıtlığı ve Amerikan hayranlığı noktalarında kesişmiştir. Örtülü pek çok gizli servis operasyonu ortak yapılmaktadır.
İran Şahı, sol darbe hazırlığını büyük olasılıkla İranlı ajanlar aracılığıyla öğrenmişti. Kendi sınır güvenliğini ve savunma stratejilerini göz önüne alarak bu tür bir olaydan
olumsuz etkilenmemek için Türkiye hükümetini uyarmaktaydı. Çağlayangil’e öğlen yemeğinde aktarılan önemli bilgi buydu.
Bu dönemde İran rejim muhaliflerinin sürgün yerlerinden birisi Türkiye idi. Rejimin en önemli muhalifi molla Humeyni, Bursa’da zorunlu ikâmete tabi tutulmaktaydı. Türkiye bu sırasında Humeyni’nin ihtiyaçlarının karşılanması ve kontrol altında tutulması noktasında önemli bir iş yapıyordu.
İlişkilerin önemli ölçüde arttığı dönem İran’da Şah’ın devrilip yerine Humeyni’nin geçmesiyle başlayan süreç oldu. Bu aşamada sayıları yüz binleri bulan rejim göçmeni pek çok İranlı Türkiye’ye sığındı. Türkiye bunlara kapılarını tam anlamıyla açtı. Çünkü gelenlerin büyük bir bölümü Şah döneminin üst düzey yöneticileriydi. Rejim değişmişti. Mollaların idaresi altında muhalifler vinçlerde kurulan idam sehpalarında üzüm taneleri gibi idam ediliyorlardı.O dönem özellikle Tahran’da, Amerikan elçiliğine karşı girişilen saldırı ve sonrasındaki kurtarma operasyonu ve İran’daki rejimin Amerikan karşıtı tutumu, Lübnan’da oluşturduğu Hizbullah cephesi, yarattığı ‘İslami kurtuluş’ rüzârları ve örgütlenmeleri, Türkiye
ile ilişkilerin gerginleşmesine neden oldu.
Ajanların geldiği yollar
12 Eylül askeri darbesinin nedenlerinden birinin, hiç değilse dış nedenlerinden birinin İran’daki rejim değişikliğine karşı Amerika’nın savunma gardı olduğu yorumları hiç de yabana atılır gibi değil.
Türkiye bu dönem içinde kendi topraklarında sınır komşusuna karşı Amerikan gizli servisinin örgütlemeye başladığı yeni bir hareketle de tanışmakta gecikmedi. Bunlar mollalar rejimine muhalif olan kaçakların kurduğu Halkın Mücahitleri idi. Türkiye sınır komşusundan gelenlere kucak açmıştı. Bunun bir kısmını kontrol edebiliyordu.
Ama ya edemedikleri? O kontrolsüz kitle İstanbul merkezli olmak üzere kaçakçılık, yer altı ekonomisinin bütün dalları başta olmak üzere kendi kültürünü ve parasını geçerli saydığı bir kurtarılmış bölge bile ilan etti İstanbul’da. Kimse dokunamadı. Burada Halkın Mücahitleri gelişince, bu sefer İran gizli servisi SAVAMA ve kanlı derin devlet örgütlerinin tamamı aynı yollardan Türkiye’ye geldi. Artık Türkiye İran’ın rejim muhalifleri ile gizli servisinin savaş alanı olmuştu. Bu savaş yıllarca gözümüzün önünde sürdü. Peki, Türkiye bu kadar büyük bir savaşın yaşanmasına neden göz yumdu?
ABD’ye karşı duruş
Bu sorunun yanıtı aslında bugün karşımızda duran kanlı İran ulmacasının da yanıtı. Kimler önce Halkın Mücahitleri’yle işbirliği yaptı? Sonra kimler onları İran gizli servisine sattı? Hatta bu ilişkiler silsilesinde onlarca Türk aydını öldürülürken ve adres hep İran’ı işaret ederken, bu kişiler neleri biliyordu?
İran, Amerikan çıkarlarına karşı bölgesel güç olarak duruşunu koruyor. Daha çok Avrupacı çevreler ve özellikle de Almanya ile Fransa arasında bir çizgide. Çin ve Rusya ile de iyi ilişkileri var. Türk kökenli cumhuriyetler ile bölgenin Arap ve Kürt oluşumlarıyla da arası iyi.
En önemlisi son dönemde Suriye’nin elinden kaçırdığı PKK kozunu akıllıca ve stratejik olarak kullanma arzusunu gösteriyor.
İran Kürtlerinden oluşan silahlı gruplar PKK saflarına doğru yöneliyorlar. Bu konuda ciddi belirtiler var. Güneydoğu’da, İstanbul ve diğer illerde PKK’nın terörist yüzünde tırmanışlar gözleniyor. Neden olarak Abdullah Öcalan konusundaki gelişmelerin durması dile getiriliyor. Ben bu nedenlerin bu kadar basit olduğu kanısında değilim. İsrail’den Amerika’ya, Fransa’dan Almanya’ya Çin’den Rusya’ya kadar büyüklerin dansı yeni dünya paylaşımı için. İran ve Türkiye bu paylaşımın kilit ülkeleri.
Amerika’nın Diyarbakır’da açacağı ekonomik ve ticari büro aslında bir konsolosluk gibi görev yapacak. Silahlı kuvvetler bu büronun açılışına karşı. Ama Amerika ‘açacağım’ diyor. Bu nasıl iş diyenlere Kuzey Irak’ta oluşturulan Kürt devleti ve PKK gerçeğinin verdiği ağır kayıpları hatırlatmak isterim. Terör yeniden bölgesel kartların en önemlilerinden biri haline dönüşebilir. Çünkü artık Ortadoğu’da da, Kafkaslar’da da yeni gelişmelerin yaşanma zamanı geliyor. Türkiye ve İran bu gelişmelerde iç istikrar sorunları en yüksek iki ülkedir. Bunlara Suriye, Devlet Bakanı Hafız Esad’ın ölümüyle katılabilir. Ama iç istikrar sorunları olan ülkelerin en kritik durumda olanı Türkiye. Yüzünü demokratik cumhuriyete ve ekonomik kalkınmaya dönmüş, AB’ye girme telaşındaki Türkiye yeniden terörle terbiye edilmeye kalkışılırsa, o zaman önümüzdeki tabloyu daha iyi değerlendirmemiz gerekmez mi?
Değişen konjonktür
Şimdi Türkiye’ye sığınan İranlı ajanlar olayını bir kenara koyarak daha dikkatli bakmamız gereken şey, bölgesel gelişmelerdir. Bu ajan oyuncukları her yıl defalarca tekrarlananlardan biri, o kadar. Birleşmiş Milletler iltica komserliğine bir telefon edin, bakın ‘ne ajanlar’ gelip geçiyor her yıl Türkiye’den. Her birinin öyküsü birkaç dünya savaşı çıkaracak nitelikte. Sonra bu öyküleri 500 dolar karşılığı ilk gazeteciye satıp üzerlerindeki senaryo ağırlıklarından kurtuluyorlar. Bence İran, Türkiye’de işlenen pek çok cinayetin ardındaki güçtür. İran tıpkı bazı Batılı büyük güçler gibi terörü bir silah olarak kullanmaktadır. Türkiye’ye inanılmaz büyük zararlar vermiştir. Ama Türkiye ile İran arasındaki gelişime barışçı bakmak her iki ülkenin de çıkarına olur sanıyorum. Kanı kan ile yıkamak yerine hukuku geçerli kılmak en iyisi. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in İran’a gitmeme kararını, Türkiye’deki değişimin bir göstergesi olarak, İran’ın iyi algılaması gerekiyor. Türkiye, İran’ın bildiği o eski dengelerden çıkmakta olan bir ülke. İran politikası da alabildiğince sertleşiyor.