25 Mayıs 2001
Türkiye’nin 20 yıl öncesi ders kitaplarında övünçlerinden biri, tarım ve hayvancılıktı. “Kendi kendini besleyebilenler” diye, o zaman dudak bükülen, ama kıymeti şimdi anlaşılan çok önemli bir kategoride Türkiye “7.” sırada sayılırdı. Yerli malları haftasında, Türk tavuklarının yumurtasını yerdik. Buğday, pirinç, et yerliydi. Hormonsuzdu. Kanserojen değildi. Deli dana yoktu. Hormonsuz domates tadıyla, kokusuyla, rengiyle sağlık ve mutluluk kaynağı idi. 1980 sonrası bunlardan dolayı aşağılandık.
Şimdi, hayvancılığımız yok. Yumurta, buğday, mercimek ve diğerleri artık ithal. Kendi kendimizi besleyemiyoruz. Türkiye’de bu durumu yaratan ve “yapmayın, durun” diyenleri yıllarca ihanetle ve çağdışılıkla suçlayan “vatanseverler” ne yapıyorlar? Neredeler?
Türkiye’nin yönetim hastalığı miyoptur. İşadamlarımız da, politikacılarımız da, gazetecilerimiz de miyoptur. Uzağı göremezler. Görselerdi krizden 20 gün önce TÜSİAD’da nurlu ufuklara yürüyen Türkiye, 20 – 30 yıllık iş planlarından konu açılmazdı. Başbakan siyasette yüzde 6 – 7’lik büyümelerle süslü nutuklar söyleyemezdi. Yolsuzluk bataklığı bu kadar genişlemezdi.
Gelin bu hastalığımızı tedavi edelim. Miyoptan kurtulalım. Çaresi eğitime yatırım yapmak. Çaresi siyaseti yeniden kurmak. Popülizmi bırakmak. Kurtarıcı aramamak. Emeksiz, büyük olunamayacağına çocuklarımıza inandırmak. Eğitimde yapılacak, siyasette yapılacak bu reformlar sonucunda 20 yıl sonra çok güzel bir Türkiye ile karşılaşacağız.
Ders kitaplarımıza “kendi kendini besleyen ve dünyayı doyuran 7 ülkeden biri” diye yeniden, ancak böyle yazdırabiliriz. Bu bir hayal diyenler olabilir. Ama asla düş değildir.
Beyaz Enerji doğru yolda
Enerjinin beyazının da, mavisisin de gerekliliği konusunda Türkiye’nin çıkarlarını düşünen herkes aynı görüşte. Enerji İran’dan, Amerika’dan, Çin’den, Irak’tan ve her nerede varsa oradan alınarak bir çeşitlilik yaratılmalıdır. Ama önce ihtiyaç planlamasına gereksinim var. Çünkü stoklarını eritmek isteyen tekeller bugün Ankara’nın içinde bulunduğu meydan savaşlarına yol açarak, mallarını satma çabasındalar.
Amerikan enerji sektörüyle, Rus ve AB sektörlerinin para kavgasının kalemşörleri, lobicileri, birbirlerini yiyor. Bırakın yesinler. Mavi akım olmaz diyenler olduğunda utanır. Senaryo yazanlar yazdıklarının altında kalır. Burada sorun yolsuzluk gerçekliğidir.
Şimdi bakılması gereken şey bu işlerde yolsuzluk var mıdır, yok mudur? Soruna Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu da eğildiğine göre işler yoluna giriyor demektir. Kanadoğlu dürüstlüğü ve işinin ehli olması nedeniyle bir güvencedir. Tarafsızlığı, hukukçu netliği ayan beyandır. Tıpkı Cumhurbaşkanımız gibi. Şimdi Enerji Bakanlığı da, Botaş da ellerindeki belgeleri savcılığa iletti. Müsteşar hakkında da soruşturma yapılacak. Bakılır, yolsuzluk varsa çıkartılır. Hesap sorulur. Ama “enerjimizle” şu ya da bu lobicinin oynamasına sessiz kalınmamalıdır. Doğruları bilip de susanların sessizliği, kuzuların sessizliğinden farksızdır. Sonuç hep çengelde biter.
İşkencenin tarihi
Taliban işkence için kitap çıkartmış. Neler yok ki… Askı, falaka, elektrik, hortum, suyla ıslatma, soğukta bekletme, aile bireylerine tecavüz. Hiçbiri beni şaşırtmadı. Çünkü hepsi tanıdık. Türkiye’de bunların hangisi yöntem olarak uygulanmadı? Biz işkenceyi sistematikleştirip, sorgu yöntemi haline getirenleri polis müdürü, yetmedi bakan yapmadık mı? Hem adaletimizi hem içişlerimizi onlara emanet etmedik mi? 1980’li yıllarda İstanbul mali şubesinde en zalim işkenceleri yapanı, şimdi başımıza kahraman ilan etmedik mi? Meclis’te Sema Pişkinsüt işkenceyi 12 kitapta topladı. Belgeledi. Polisken, bakan olan kızdı diye DSP’deki yandaşlarıyla Pişkinsüt’ü komisyon başkanlığından alaşağı etmedi mi? Vahşetin ve işkencenin tarihini yazsak yeniden, Taliban falan elimize su dökemez.