31.08.2000
Türkiye’nin geleceğini ABD mandasına bağlayanların veya AB sultası altında görenlerin sayısı giderek artıyor. İç dinamikleri yok sayarak yapılan analizlerin itibar görmesi şaşırtıcı bir durum
Tuncay ÖZKAN
Birkaç gündür uykularımı kaçıran o akşam konuşmasının üzerine düşünüp duruyorum. Hele araya 30 Ağustos Zafer Bayramı da girince neredeyse bunaldım. Boğaz’ın mavi karanlığında oturup, Türkiye üzerine konuştuğum kişilerden biri mimar, diğeri ise şehir planlamacısı.
Şehir planlamacısı yıllardır dost. Ankara’nın iki çalışkan adamı olarak çıkıp geldiğimiz İstanbul’da, çalışmaktan başka sermayemiz olmadığını bildiğimizden, uzunca bir süre; yıllarca, birbirimize zaman ayıramamıştık. Meğer ne kadar çok şey değişmiş konuşmayalı. Ne yazık!
Mimar arkadaş İstanbul’un yerlisi. Son dört yıldır çokça konuşuyorum.
Liberal sanıyordum…
Ben, ulusal kültür, ekonomi, sanayi, uzay teknolojisi ve Türk chip vadilerinden bahsediyorum; özgür düşünce, ifade ve demokratik yönetim diyorum; gelir dağılımındaki uçurumdan söz edip ekonomik olarak Türkiyenin yapamadıklarını aktarıp sözü ulusal savunma ve kalkınmaya getiriyorum. Kıyametim de orada kopuyor zaten. Önce milliyetçiliğim sorgulanıyor. İkisi daha yeni tanışıyor sayılırlar. Ama pek çok konuda aynı düşünüyorlar. Ankaralı daha temkinli, İstanbullu pervasız. Anlattıklarımın neredeyse tamamı çok iyi ve yararlı bulunuyor, ama ütopya; gerçekleşmesi mümkün olmayan şeyler olarak yanıtlanıyor.
İnanamıyorum ama söz burada; Türkçenin gerekliliği konusuna geldi. Karabasanlarımdan en önemlisi bu. İstanbullu mimar “Ne gerek var” diyor; “İnsanlar farklı farklı dilleri konuşmak yerine bir dili konuşsalar… O da elbette ki İngilizce olmalı. Dünyanın her yerinde herkes birbirini anlamalı. Ben Fransızca konuşuyorum. İngilizcem zaman zaman yetersiz kalıyor. Oysa İngilizce konuşulsa sorun kendiliğinden çözülecek. Kendimi takviye etmeye çalışıyorum. Milliyetçilik takıntısını anlamam ise mümkün değil. Dünyada iki yüzyıl sonra milliyetçilik mi kalacak? Coğrafya olarak sadece doğduğumuz yer nasıl olabilir de bizim bütün yaşamımızı etkileyebilir?
İran da doğsaydık, ya da Amerika’da doğsaydık ne yapacaktık? Aslında Türkiye, Amerika’nın 53. eyaleti olsa, sorunlar daha kolay çözülmez mi? Sabahları Türk bayrağı çeker, İstiklal Marşı’nı okuruz… Huston’da doğan bir bebek dünyaya nasıl farklı bakıyorsa, o zaman bizim çocuklarımız da aynı farkı elde eder. Amerika orada, biz burada, kimse bizi tutamaz. Savunmayı da onlardan daha iyi yapacak değiliz ya… Savunma harcamaları derdimiz de olmaz. Ayrıca hülle yapmaya gerek de kalmaz. Çocuklarımızı Amerikan vatandaşı yapabilmek için doğum nedeniyle oralara da gidilmez.”
Ankaralı şehir planlamacısı (hem de ODTÜ’lü), İstanbullu mimarın bu çıkışı karşısında, birkaç kez itiraz maddesi sıralıyor. Dilde birlikle sorunların çözülemeyeceği gibi… Ama inanılmaz bir şekilde iki iyi insan, aynı karanlık suda tam gaz yol almaya devam ettiler. Savunma nakaratı basit:
“Onlar güçlü, istediklerini yaparlar. Biz ise mecburuz. Artık Türkiye’yi biz yönetmiyoruz. Dışarıdan yönetiliyoruz. Kararların belirleyenleri dışarıda alınıyor. İçeride hiçbir şey yapılamaz. Tecavüzü engelleme yeteneğimiz yok, bari keyfini çıkartalım!”
Yaşadığım şok inanılmaz. Cumhuriyet’in 77. yılında; 30 Ağustos zaferinin 78. yıl dönümünde bir hortlakla, öldüğünü sandığım o inanılmaz düşünceyle burun buruna geldim: Mandacılık.
İlk anda korktuğumu itiraf etmeliyim. İşgal yıllarının İstanbul’u da böyle değil miydi? İngiliz sevenleri ile Amerikan mandacıları, ‘Hangisinin korumasında olalım’ diye kavga etmiyor muydu? Bağımsızlık ve özgürlük için ölen dedelerim, mezarlarında hop oturup, hop kalktılar. Kızardım.
Atilla İlhan yazılarında, son dönem sıkça anlatıyordu, ama bu kadarına ihtimal vermiyordum; yeni düzen mandacılığının.
Fransız dilinden, dininden, kültüründen, geleneklerinden ödün vermiyor.
Amerikalı sanayisini Japon’dan korumak için ‘yerli malı kullanmalı’ kampanyaları düzenliyor -biz yapınca kıyamet kopuyor, sonunda kaldırdılar ya- İngiliz’i anlatmaya gerek yok. Bizimkiler, hem de ülkenin kaymak tabakası -milli gelirden aldıkları pay nedeniyle söylüyorum- yoksul, sıradan bir Türk köylüsü veya işçisi kadar evrensel olamıyorlar; özgür olunmadan, adam bile olunamayacağını anlamamışlar. Hayret ki ne hayret. Demek yeni dönem, bu anlamda teslim alınmışlıkla mücadele ile de geçecek. Bir de onları bu yola sevk eden sorunları ortadan kaldırmaya çalışmakla… Şimdi Tevhidi Tedrisat’ın önemini, demokratik cumhuriyeti kurmanın ne demek olduğunu ve şeffaf devleti çok daha iyi anladım. Halktan kopuk olan değil, halkın katıldığı yönetim cumhuriyet. Bu anlamda Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın önemini; 30 Ağustos zaferinin neden büyük bir coşkuyla kutlanması gerektiğini daha iyi kavradım.
Sorunları gören ve çözen bir Türkiye yapılanması gerekiyor. Atatürk’ü aşacak, onu yeni binyıllara taşıyacak eğitim politikalarına ihtiyaç var. Atatürk’ün altında ezilen değil, önünde koşan Türkiye gerekli. Atatürk’ten daha zeki, onun ilkelerini daha da büyütecek yeni yurttaşlara ihtiyaç var. Bunların gökten zembille inmediğini, okullardan yetiştiğini biliyoruz. Ama bakın kafası en karışık kurum Milli Eğitim Bakanlığı.
Kurumlarımızı geleceğin dünyasına; düzenimizi halkın egemenliğin sahibi olduğu Cumhuriyet’i yüceltme idealine oturtamazsak, gerçekten başkaları tarafından yönetilme gibi bir tehlikeyle karşı karşıya bulunduğumuza inanıyorum.
Baksanıza bütün analizciler ve Türkiye uzmanları sürekli yeni tahminlerde bulunuyorlar. Ne kadar CIA ajanı veya CIA destekli analiz merkezi varsa, bir hız içinde ‘Türkiye’nin yeni jeopolitik konumunu’ irdeleyen raporlar yayımlıyorlar. Hepsi de kısa bir süre içinde Türkiye ile İran, Rusya veya Sırplar arasında bölgesel dengeleri de etkileyebilecek bir ‘sıcak’ çatışma olasılığından bahsediyorlar. Petrol ve türevleri için her şey mubah.
Raporlardan birkaçını toplayan ve Amerika’nın önde gelen analiz kuruluşlarından olan -Amerikan hükümetinin desteklediği – RAND’ın ‘Balkanlar’dan Batı Çin’e Türkiye’nin Yeni Jeopolitik Konumu’ adlı kitabını yeni bitirdim (Alfa Yayınları). Eski raporlar güncellenmiş. Sunuş yazısını RAND’ın yöneticilerinden olan Amerika’nın eski Ankara büyükelçilerinden Morton Abromowitz yazmış. Çok net konuşuyor:
“Kürt konusu uzunca bir süre mevcudiyetini koruyacak ve Türkiye’nin Batı ile ilişkilerini bozabilecektir. Bugün Türkiye’deki Kürtlerin yarıdan fazlası artık Güneydoğu dışındaki kentlerde yaşadığı için konu son derece karmaşıktır… Ayrıca bu mücadelenin ekonomik yükü giderek artmakta ve Türk demokrasisini tehdit etmektedir. Türkiye eninde sonunda Irak Kürtlerinin belli bir özerkliğe sahip olmalarıyla birlikte yaşamayı öğrenecek ve Türkiye’deki Kürtlerin hem Kürt, hem Türk olmalarına müsaade edecektir.”
Bizimkiler Türkiye’den, Türkçeden vazgeçiyor, Amerikalısı, Avrupalısı illa ki Kürt ve Kürtçe diyor. Sanki PKK ile mücadelede kullanılan silahların parası başkalarının kasasına girmiş, sanki Öcalan sorununu nasıl yarattılarsa öyle; istedikleri zaman, istedikleri gibi çözmemişler… Bu yolla hem yoksulluk, hem de istikrarsızlık kamburunu sırtımıza başkaları yüklemiş…
Kitapta CIA’cı Paul Hanze de ilginç şeyler söylüyor. Ama o daha namuslu. “Ben aşırı dincilerin, Türk milliyetçilerinin, duygusal sosyalistlerin ve siyasal demogogların” görüşlerini değerlendirme dışı tutuyorum diyor. Geriye kim kalıyorsa? Ülkenin kaderini etkileyecek dinamikleri yok sayıp, ülke tahlili yapıyorlar. Vardır bir bildikleri.
Ya Amerikan bayrağı ya da Avrupa Birliği sultası… İyi ama nasıl? Eşit, özgür, bağımsız ve hakkaniyetli bir ortaklığa evet. Fransız, Alman veya İngiliz ne kadar ve hangi haklarla AB içindeyse, biz de o kadar hatta birazcık da azına evet diyerek ortak olalım.
Ama etimizi, kemiğimizi sömürtüyoruz bana mısın demiyorlar. Doymuyorlar.
Avrupa olmuyorsa, Amerikan ortaklığının nimeti de, külfeti de eşit olsun aramızda. Körfezin üç koyup bir alınacak savaş tazminatı veya Yunanistan’ın NATO’ya dönmesi karşılığında elde edilecek kâr nerede? Stratejik müttefiklik hep verip, hiç almamak mı? Özgürlük ve bağımsızlıktan da mı olalım?
Bunlar hiç konuşulmadan, Türkiye’ye bunca hücum kabullenilir şey mi? Ama global köyün semiz Türk danaları, daha baştan pes deyip, başkalarının Türkiye için gördüğü parlak geleceği kendileri göremeyip, çoktan ahıra girmişler bile. Benim kâbusumun sebebi Amerikalı veya Avrupalı gizli devlet uzantılı siyasal yorumcular veya yazdıkları değil. İçimizden, bizden olanların aymazlıkları. Belleksizlikleri. Cehaletleri. İnançsızlıkları.
Cumhuriyet’in bedelini canla, alın teriyle ödeyerek gömdüğü kötü ruhları geri çağırıyorlar. Çağırdıklarının onlara ve dolayısıyla bize yapacaklarından ya haberleri yok, ya da kendi ruhlarını şeytana satmışlar.