17 Ağustos 2001
Depremzedenin sesi, Ankara’da duyulur mu acaba?
Sakaryalı bir kız çocuğuyum, sekiz yaşındayım. Adım yok. Adresim belli. Kimsesizler mezarlığında kimsesiz sanmayın beni. Yaşamak için başka nelere gerek var bilemedim. Meğer ne zor şeymiş yaşamak. Toprak altında öğrendim.
“En sevdiğim memleket yeryüzüdür / Sıram gelince yeryüzüyle örtün üzerimi” şiirini bilemedim ben. Yeryüzü kırıldı, içine giremedim ben. Ovanın ortasında kurulu kentin aşağı mahallesinde bir apartman katının en alt dairesinde, 8 yaşında günlerce ölümü bekledim ben. Eğin’in türkülerine gömecekler, biliyorum beni.
Dertli… İçli… Yanık… Sakarya’da deprem vurgunu yemişim; betonarmenin kavurduğu bir çocuğum ben çünkü. Çelik ve kumla, dört günde oldum, piştim, öldüm ben. Korkmayın fark etmez bundan sonra; alın beni, kimsesizler mezarına atın beni.
Adresimiz kolay, ezberlettiler bana. Siz de bulursunuz belki yıllarca sonra. Sakarya kenti, Aziziye Mahallesi… Karakoldan dön… Sağlam Apartmanı yanı… Çürük çıksa da evimizin toprağı, kendisi; küçük olsa da yüreciğim, inanın dört günde öğrendim yaşamayı ipek böceği gibi.
Sesim çıkmaz, boğazlarım dolu. Ama duyarım dünyayı. Tıpkı Erzincan’da ölen bebekler gibi.
Sekiz yaşındaydım, Sakarya’da göçük altındayım. belki ölüyüm, çocuk ölülerin en güzeli… Belki değilim, yaşamaktayım… Ama hayret öldüğümün de farkındayım.
Çiçek tarlası, bulut yuvası
Ayın 14’üydü. Babam örgülü saçlarımı sevdi. Ay beni çekti. Yüzüm güne döndü. 15’inde ayabakan çiçekleri gibi kaçtım güneşten. 16’sı gece karanlıktı. Rüyalar içinde bir tahta at seçtim kafesten. Kaf Dağı’nda saat 03.03’te kendimden geçtim. Bir çiçek tarlası, bir bulut yuvası, sanki annemin göğsündeydim, babam saçlarımı okşadı. Oysa onlar yoktu yanımda… Ama onlarsız da olamazdım ya! Galiba birlikte gittik, belki de bütün Sakarya, aynı bahçede uyanmak üzere sözleştik.
Sakarya’da bir kız çocuğuyum, sekiz yaşındayım… Adım yok. Adresim belli. Kimsesiz mezarlığında, kimsesiz sanmasın kimseler beni. Çiçeklerin en güzeliydim, Sakarya ovasında açtım renklerimi, kıraç toprakların; Eğin’in türküleriyle, ağıtlarla gömdüler beni.
Yalnız, demir, çelik ve beton içinde aç susuz gönderdiler ya, iki elim yakalarında
Ben aslında uyanmak istedim uykudan, ama müteahhit amca az koyunca betonu, toprak kovunca evimizi içinden, kan uykularda kaldı düşlerim. Oysa ben ne aydınlık yarınlar düşledim. Büyüyünce değiştirecektim Sakarya’nın, Gölcük’ün, İzmit’in, Yalova’nın yerini. Ve Türkiye’nin kaderini. Yazık oldu, ben bana değil Türkiye’ye yanarım. Ölmesem, evleri çok katlı değil, en çok üç katlı yaptıracaktım, bahçeli. Mafyaya çaldırmayacaktım araziyi, belediyeyi. Öldüm, peki ne değişti?
Deprem vurgunu yedim
Ama bir şey öğrendim. Ben kimim biliyorum şimdi. Sekiz yaşındayım… Deprem vurgunu yedim. Ölüyüm. Depremzedeyim, bile bile öldürüldüm. Adresim belli. Sakarya… Gölçük… fark eder mi? Sakarya’da Aziziye Karakolu’ndan dön sola… Sağlam Apartmanı yanı… Kimsesizler mezarı. 16’sında gömüldüm diri diri, 20’sinde öldüm kederli. Dört günde öğrendim yaşamı. Zor değilmiş inanın. Yaşayanlar siz de biraz zorlayın. Ölmesin benim gibi çocuklar. Çocuklara kıymayın. İnsanlara sahip çıkın.
Sesler geliyor kulağıma, sesler. Peki ama… Kimsiniz? Adınızı duyamadım… Müteahhit mi dediniz?.. Belediye başkanı mı?.. Başbakan mı? Yaşınız… Beni artık kandıramazsınız, ben bir ölüyüm. Sizi sesinizden, gecikmenizden tanıdım. Siz Ankara’sınız… Biz öldük, siz bir şeyler öğrenebildiniz mi?
(x) İki yıl öncesinden bir anı.